Dima Hamdan, LGBTİ+ kısa film dünyasının en prestijli ödüllerinden biri olan Iris Ödülü‘nü kazanarak büyük bir başarıya imza attı. 30 bin sterlin değerindeki ödülü, Filistinli yönetmenin “Blood Like Water” adlı filmi aldı. Bu ödül, dünya çapında LGBTİ+ sineması için önemli bir dönüm noktası olarak kabul ediliyor ve Hamdan’ın zaferi, Filistinli bir yönetmen olarak LGBTİ+ film dünyasında dikkatleri üzerine çekti.
Iris Ödülü: LGBTİ+ Film Dünyasının ‘Oscar’ı
Dima Hamdan, Berlin’de yaşayan ve aynı zamanda gazetecilik yapan bir Filistinli yönetmen olarak, sinemadaki yeteneği ve cesur anlatım tarzıyla tanınıyor. Blood Like Water, Hamdan’ın LGBTİ+ temalarını ele aldığı güçlü bir film olarak öne çıkıyor. Bu filmle kazandığı Iris Ödülü, sinema dünyasında LGBTİ+ kısa film kategorisindeki en yüksek prestijli ödül olarak kabul ediliyor. Ödül töreninde yaptığı konuşmada Hamdan, bu ödülden büyük onur duyduğunu belirtti ve bu topluluğun Filistin’e olan desteğini vurguladı. “Bu ödül, LGBTİ+ kısa film dünyasının ‘Oscar’ı olarak kabul ediliyor ve bu ödülü almak benim için büyük bir onur” diye ekledi.
Filistin’de Savaşın Gölgesinde Bir Film Başarısı
Filistinli yönetmen Hamdan, ödülü kazanmış olmaktan mutluluk duyduğunu ifade ederken, aynı zamanda Gazze’de devam eden çatışmalara dikkat çekti. “Kişisel bir başarıyı kutlamak zor” diyen Hamdan, savaşın gölgesinde Filistin’de yaşanan zorluklara atıfta bulundu. “İnsanlık tarihinin televizyonda en çok yayınlanan savaşlarından biri bir yıldır sürüyor” diye belirtti ve bu zor zamanlarda geleceğe dair umut taşıyarak güç bulduğunu söyledi.
Blood Like Water, sadece bir sanat eseri olarak değil, aynı zamanda savaşın, işgalin ve baskının altında yaşayan queerinsanların varoluş mücadelesine dair önemli bir eser olarak tanımlandı. Jüri başkanı Adam Price, filmi “Filistin’de işgal altındaki yaşamda bile queer insanların var olduğunu hatırlatan bir eser” olarak değerlendirdi. Bu filmlerin her şeye rağmen umut dolu mesajlar taşıdığını da vurguladı.
Festivalde Dikkat Çeken Diğer Filmler
Cardiff merkezli festival, her yıl birçok dikkat çekici filme ev sahipliği yaparken, bu yılki En İyi İngiliz Kısa Filmiödülünü Louisa Connolly-Burnham‘ın “Sister Wives” adlı filmi kazandı. Birmingham doğumlu Connolly-Burnham, yalnızca filmin yönetmenliğini yapmakla kalmadı, aynı zamanda senaristliğini, yapımcılığını üstlendi ve filmde de rol aldı. Bu çok yönlü sanatçı, filmdeki her aşamada aktif bir şekilde yer alarak projesine derin bir kişisel katkı sundu. “Sister Wives”, izleyiciyi 2003 yılı Utah’ına götürüyor; burada, muhafazakâr ve çok eşli bir toplumda yaşayan genç kadınların yaşadığı zorlukları anlatıyor. Film, baskıcı toplumsal normlara karşı iki kadının birbirine olan aşkını ve bu aşkın toplumda nasıl bir çatışma yarattığını incelikli bir dille ortaya koyuyor.
Filmin merkezinde yer alan kadın karakterler, bir yandan toplumsal kısıtlamalarla mücadele ederken bir yandan da kendi kimliklerini ve duygularını keşfetme sürecine giriyorlar. Bu süreç, toplumun ağır baskısı altında daha da zorlayıcı hale geliyor, ancak film, karakterlerin bu zorluklarla nasıl başa çıktıklarını ve birbirlerine olan bağlılıklarını ustalıkla işliyor. Connolly-Burnham’ın filmde ele aldığı temalar, sadece LGBTİ+ bireylerin yaşadığı zorlukları değil, aynı zamanda patriyarkal ve kapalı toplum yapılarında kadınların karşılaştığı baskıları da gözler önüne seriyor.
Tim Highsted, filmi övgü dolu sözlerle değerlendirdi ve “Sister Wives”ı “toplumun kısıtlamalarına karşı gelen ve birbirlerine aşık olan iki kadının ustaca anlatıldığı bir dram” olarak nitelendirdi. Highsted’e göre, film sadece bir aşk hikayesini anlatmakla kalmıyor, aynı zamanda toplumsal normlara başkaldırmanın cesaret gerektirdiği bir ortamda bu iki kadının yaşadığı içsel ve dışsal çatışmaları da derinlemesine keşfediyor. Bu yönüyle film, LGBTİ+ temalı yapımların ötesinde evrensel bir direniş ve özgürlük mücadelesi mesajı veriyor.
Festivalin direktörü Berwyn Rowlands, festivalde gösterilen filmlerin ana akım medyanın genellikle ele almadığı LGBTİ+ hikayelerini paylaşmaktan gurur duyduklarını belirtti. Bu yıl festivalde dikkat çeken en önemli unsurlardan biri, yönetmenlerin LGBTİ+ yaşamının daha ciddi ve karanlık yönlerine odaklanmaları oldu. Rowlands, bu filmlerin karanlık temalar işlemesine rağmen, hepsinin izleyicilere umut dolu mesajlar taşıdığını da vurguladı. Festivaldeki filmler, bir yandan LGBTİ+ bireylerin yaşadığı sorunları gözler önüne sererken, diğer yandan dayanışma, umut ve direnişin gücünü kutluyordu. Festivalin bu denli farklı ve güçlü hikayelere yer vermesi, sadece LGBTİ+ sinemasının çeşitliliğini değil, aynı zamanda bu topluluğun karşılaştığı zorluklara rağmen geleceğe umutla baktığını da gösterdi.
Rowlands ayrıca, festivalin amacının sadece LGBTİ+ bireylerin deneyimlerini anlatan filmleri sergilemek olmadığını, aynı zamanda bu filmlerin evrensel insani temalara nasıl ışık tuttuğunu göstermeyi hedeflediğini belirtti. Festivalde yer alan filmler, izleyicilere LGBTİ+ bireylerin yaşadığı deneyimlerin, toplumun genelinde yaşanan mücadelelerin bir yansıması olduğunu gösterirken, aynı zamanda bu hikayelerin daha geniş bir kitleye ulaşmasının önemine de dikkat çekti.
Sonuç olarak, bu yılki festival, LGBTİ+ sinemasının hem sanatsal hem de toplumsal bir platform olarak ne kadar etkili olabileceğini bir kez daha kanıtladı. Festival, ana akım medyanın genellikle göz ardı ettiği hikayeleri cesur bir şekilde paylaşarak, bu filmlerin toplum üzerindeki olumlu etkilerini göstermeyi başardı.
Filmlerin Geleceği: Channel 4 Desteği
Festivalde finale kalan 15 film, Channel 4 tarafından bir yıl boyunca yayınlanacak. Bu filmler arasında Dima Hamdan’ın ödül kazanan filmi “Blood Like Water” da yer alıyor. Channel 4’ün bu desteği, LGBTİ+ sinemasının daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşmasına katkı sağlayacak. Hamdan‘ın başarısı, yalnızca bir bireysel başarı olarak değil, aynı zamanda Filistin’den bir yönetmenin dünya çapında takdir edilmesi anlamına geliyor.
İLGİNİZİ ÇEKEBİLİR - 11. Vancouver Türk Film Festivali: Sinema Ve Kültür Bir Arada